Thursday, July 26, 2007

İn Diyorum Sana


“İn diyorum sana. Bak kötü olcak sonra. İn ordan aşağı”. Mualla Teyze’ye derdini anlatırken, sinirden soluk soluğa kalmıştı Sebile Hanım. ”Çıktı ağacın tepesine inmiyo. Mevsimi de geçti dutun, neyse derdi anlamadım. Sabahtan beridir tünedi tepesine. Evde bissürü iş bekliyo.”
Zarife bu ağacı ilk keşfetttiğinde beş yaşındaydı. Kedileri Tekir’i kuyruğundan yakaladığında, hayvan ince bir çığlık atıp, can havliyle ağacın tepesine bi seferde tırmanıvermiş, açlıktan ölecekken iki gün sonra güç bela indirilmişti. İşte o gün Zarife bu ağaca tırmanmayı aklına koymuştu. İlk denemesinde her tarafı yara bere içinde kaldığı halde tırmanmayı başaramamış, ama yılmamış, iki ay ağaçla cebelleştikten sonra sonunda ağacın tepesinde bitivermişti. Önceleri alt taraflardaki kalın dallara anca ulaşırken, sonra sonra tepelerdeki ince dallara da çıkabilmişti.
Bu büyük keşiften sonra anne babasının her, bayat ekmek yüzünden, çıkan kavgasından sonra soluğu ağaçta almıştı.
Tepesine çıktığında ağacın; senelerdir olduğunu bildiği, ama hiç görmediği denizi ilk defa gördü. Maviyi ve o maviliğin üstünde beyaz izler bırakarak ilerleyen gemileri gördü. Deniz, mavi, gemi…İçinde balıklar olmalı değil mi denizin…Balıkçılar da…Irmaklar dökülüyor olmalı içine...Yağmur koca dağların tepesine yağdıktan sonra, oynak damlalar bir araya gelip, kaynaşıp, birleşip ırmaklara karışıyor olmalı, sonra da bu maviye…Bu koskoca mavinin içinde ne çok şey yapar insan…Daha büyüklerinin de olduğunu duymuştu. Daha büyük maviler…”Yağmur damlaları işte”, diye geçirdi kafasından. Sonra gözleri aşağıda; mart kedisi gibi, kızgın güneş altında kavrulan toprağa takıldı. “Burada toprağa karışıyor yağmur” dedi, “toprakla sevişip yeşil yeşil çocuklar doğuruyor, sonra sarıya dönüşüp zamanla göçüp gidiyorlar. Damlalar küsüyorlar da mı gidiyorlar acaba, toprak dengi değil mi ki kaçışıp gidiyorlar”…Sonra “Maviye karışan damla ne mutludur” diye düşündü Zarife. “Koskaca oluyor, boyuna posuna bakmadan.”
Okula başladığı ilk zamanlarda da devam etti tırmanmaya. En çok çarpım tablosunu ezberlemeye çalışırken aşındırdı dut ağacının gövdesini. Sonraları azaldı tırmanmaları, ama uzunca bir ara verdikten sonra, nemden yapış yapış olmuş bir günde tırmandı yine tepesine. Gözleri doldu doldu boşaldı; kaybolmuştu mavisi. Denizi görebildiği aralığın önü koca bir grilikle boyanmıştı. Demek okulda cümleleri kelimelere, kelimeleri hecelere bölmeye, çarpım tablosunu ezberlemeye çalışırken, gökyüzüne yaklaşmaya çalışan insanoğlu, bu binayı dikivermişti küçük aralığına.
Ortayı bitirdikten sonra gitmedi okula Zarife. Bir abisi, üç küçük kardeşi vardı. Evin büyük kızıydı yani. Artık tüm zamanı; annesine yardım etmek, mobilyaları aşındırıncaya kadar temizlik yapmakla geçiyordu. Akşam üstleri de hava güzel olduğunda komşuları Mualla Teyze’yle kapının önünde çekirdek çitliyorlardı. Bazen ağacının önünden geçerken dalar giderdi, hemen sonra annesinin çimdiğiyle ayılıverirdi.
Mualla Teyze Sedat’tan ilk bahsettiğinde korktuğu başına gelmişti bile. Taksi şoförüymüş, önceki karısı bir trafik kazasında ölmüşmüş, çocuğu yokmuş, lise mezunuymuş, ailesinin Tuzla’da sanayi imarlı arsası varmış, yirmi sekiz yaşındaymış. Konuşkan, eli açık, efendi bir çocukmuş. Zarife’yi çarşıda görüp beğenmiş, sormuş soruşturmuş, en sonunda Mualla Teyze’ye gelmiş. Mahallenin neredeyse tüm çiftlerin arasını yapan Mualla Teyze, evlenebilecek çiftleri bir görüşte tanıyabildiğini söylerdi. Sedat’la Zarife’yi de yakıştırmış olmalı ki, kabul etmişti Zarife’nin annesiyle konuşmayı.
Sebile Hanım dünden razıydı. Vakti gelmişti artık Zarife’nin. ”Hemen gelsinler” dedi, söz kesmek için.
Söz kesildi. İki hafta sonrasına da nişan yapılmaya karar verildi.
Sonbahar günü. Orospuluk var havada. Güneş arada bir görünüyor, hemen ardından yağmur. Aslında yağmuru sever Zarife. Toprak kokar her yer. Sanki tüm kiri pası alır götürür. İşte böyle yağmurlu bir gün, nişan günü. Bir haftadır dünürlere ayıp olmasın diye temizlik yapıyorlar evcek. Zarife bitirmiş tüm işlerini, gelmelerine de çok var daha. Kapının önüne oturmuş düşünüyor. Karnında bir ağrı, sanki adet sancısı. Sokağa çıkıp top koşturmak, çin çan oynamak geliyor içinden. Bu evden çıkıp başka bir eve girmeyi, hele hiç tanımadığı bir adamla… Düşündükçe artıyor sancıları. Daha abisi ve babasından başka erkekle göz göze bile gelmemişken.
”Napçam ben o herifle bir başıma aynı evde.”“Sıkılırım ben.” “Ne konuşçam, ne diycem de, o ne diycek benim dediklerime.”
Bunları düşünürken ilişti gözü dut ağacına. Toprağın rengine yaklaşmaya çalışıyordu rengi yaprakların. Öyle bir mavi düşledi ki o koca binanın olduğu yerde ıpıslak oldu heryeri.
Can havliyle tırmanıverdi ağaca. Ta tepesine çıkamadı tabi eskisi gibi ama ortalarında bir dala oturdu kaldı. Saatler sonunda annesi fark etti orda olduğunu.
“İn ulan aşağı,rezil edecen bizi...”

Sunday, June 10, 2007

çatı


Bildiğim yerdeyim, rahatım. Bi cigara sarayım bari. Hay... mına koyim, saramıyorum kağıdı, öyle koşturdu ki orospu çocukları, nefes nefese kaldım, tutmuyo elim ayağım..

Yağmur yağmıyo kaç zamandır. Küresel ısınma diyolar. Ballı müşterilerden birini beklerken, cama yapıştırılmış gazete ilişmişti gözüme, gerçi kaç ay öncesinin gastesi ama, hala ısınıyo olmalı bu koduğumun küresi. Yanında tanımadığım biriyle gelmişti herif, gözüm pek tutmadıydı ibneyi zaten, kokusu çıktı işte.
Neyse ki buraları heriflerden iyi biliyorum. Çatılar bağlıdır burda birbirine. Labirent gibidir. Hanım evlatlarını yutar. Ben daha çocukken gelirdim. Güvercin kafeslerim vardı. Kuş gribi çıkınca, yaktılar hepsini. Kim ispiyonladıysa artık... Ne istediler beyaz elli, pembe dudaklı dilberlerimden. Bembeyazlardı... konuşurlardı benle.Yalnız benle konuşurlardı. “Lan hamit” derdim, “konuşuyo lan bunlar”. “Sktir git lan, güvercin konuşur mu” derdi.” Zaten anlamıyom ne buluyon bunlarda, bi gün pişirip yiycem hepsini, açlıktan midem kazınıyo zaten”. Ne anlar ki zaten ibne, valla diyom, Hamit has ibneydi. Para verdiler mi, heriflere bile domalırdı.

İyiymiş bu, iyi kafa yapıyo. Bunu kendime saklayım bari. Müşteri anlamaz nasıl olsa. Zaten beni aradıklarında kafaları bi dünya oluyo. Ne desem anlamazlar. Bazen adımı soruyolar, “Kazım” diyorum. Bi daha kimse bana “kazım” diye seslenmiyo. Bana ne be, ne derlerse desinler, zaten ben de onlara sormam adlarını. Ararlarsa götürürüm istediklerini, aramazlarsa kendi götleri bilir. Bu çatıya ilk çıktığımda “hassiktir” demiştim, “ulan bu ne, bu kadar büyük mü bu şehir”. Küçük hissetmiştim kendimi, sanki çok mu büyüktüm, 9 yaşında falandım işte, ilkokul 3’ ten terk. Okulu bıraktığım yazdı. Babam ölünce burda, dayımların yanına geldiğimiz yaz.

Burayı severim, bura benim labirentim. Bazen ya çıkamazsam, ya yolu bulamaz da, bu çatılardan birinden aşağıya yuvarlanıverirsem ya da gecenin bi yarısı çatının kenarına oturmuş dumandan halkalar yaparken, biri bi fiske vuruverirse bana da, betona yapışıverirsem diye çok korkuyorum. Ama çabucak geçiyo korkum. Biliyorum öyle olmıycak benim sonum. Belki bıçaklanırım, belki trafik kazası, hatta Haciye Teyze, - kızı Meryem’ i şeyettiğim için hala küplerde- o bile bi gün kafası iyiyken, kocasından kalma tabancayla çekip vurabilir beni, ama yok, çatıdan düşüp ölmem. Di mi allahım, bu kulunu öyle saçma sapan bi şekilde almazsın di mi yanına . Piçin tekiyim ama, seversin beni değil mi?

Pıtır pıtır sesler geliyor bi yerlerden. Güvercinlerim mi yoksa, geri mi döndüler bana, küçücük pembe ayakları, çatının betonuna pıt pıt mı ediyor? Bi tuhaf lavicert bu, siz kimsiniz? Ooo hoş geldiniz, bi nefes dee siz alır mısınız? Yaa durun be...çekiştirmeyin, almazsan alma kardeşim, rahat bırak o zaman beni. Ya dur... ne tuhaf şapka o öyle, yıldız gibi bişi var üstünde, sizi yoksa allah baba mı yolladı yıldızlardan.... Ya dur dedim, bırak ellerimi. Tamam tamam... gelicem sizinle, yalnız güvercinlerime söyleyin, beklesinler bu sefer beni.



Saturday, January 20, 2007

an


Anlar birikir, çocuk olur, vazoyu devirir. Aslında orda olmaması gereken, bir sevdiğimizin aldığı ama rengini hiç sevemediğimiz vazoyu... O an öyle bir olur ki o çocuk; yaşlı bir bilgenin edasıyla, vazoyu deviriverir. Ev kendine benzer o zaman.
Sevdiğin gelir eve, "hani" der, " benim aldığım vazo". Ufaklığa gözkırparken, "bizim yaramaz..." der, sıyrıverirsin anın kemirgenliğinden. Kimse gücenmez olana.
“An” olur, “an”lar birikir. Anlaya anlaya, anı olur.
Dolar taşar. Kışın vapurda oturur, birinden ateş ister. Ayaz vurur, çatlak olur dudağına. Ama sonra başlar sohbet, çakmağın sıcağında. Maviye karışır, köpük köpük olur.
Kocar an, yaşam olur.