Kuru
Kupkurudum kaldım
Hiç bu kadar anlamlı olmamıştı kurumak
Sonbahardan değil mi?
Değil...
Kurudum işte,
Yapraklar döküldü
Hiç bir dokunuş tahrik, tarif ve tasnif etmiyor beni
Kupkuru kaldım.
Yaşlarım kurudu
Rüzgar öyle bir çarptı ki yüzüme
Zerresi kalmadı yaşla taşın
Taşkınlar engellendi
önlerine güzel mi güzel birer set
çok sükür kurudu ovalarım
Gözyaşı mı?
Tanesi bile yok
Kurudum kalakaldım
Eklem yerlerim, kıkırdaklarım, rüzgar fırıldaklarım kayboldu
Kuru
Kupkuru
Kalakaldım..
Aralık 2006
Sunday, December 10, 2006
Saturday, December 2, 2006
YABANCI

İçerde olup bitenden haberim yok!
Ne işi var orda?
Kimdir, nedir, bilmiyorum.
Geldiğimde buradaydı.
Yerinden kalkmadı.
Eh ben de çok çalışmadım aslında kalkması için.
Belki de haklı...
Madem geldi...
Kalmalı demek ki...
Bi sebebi olmalı.
İlahi adalet, öyle değil mi...
***
Kapıyı açıp, her zamanki gibi girdim içeri. Yok, aslında itiraf etmeliyim ki, her zamankinden ağır oldu girişim. Anahtarımı bulamadım önce, sonra çantamın içindeki derin kuyuda dolaşırken, -neredeyse tavşan çıkacaktı içinden, inanın- diplerinde bir yerlerden çikolata kabı çıktı. Ona takıldım kaldım, ne zaman yemiştim bunu diye. Allah kahretsin ki hatırladım. Sonra bastım kahkahayı.
Bu sırada içerde olmalıydı. Yani kahkahamı attığımda ürkmemiş kaçmamış. Garip değil mi?
Hatırladım ne zaman yediğimi çikolatayı. Korktum sonra, kendi kahkahamdan korktum. Gülmemem lazımdı çünkü. Hüngür hüngür ağlamam lazımdı.
***
Çok geç kalmıştım. Koştura koştura gittim tünel meydanına. Suratını asmış beni bekliyordu. Küçük bir öpücük, dudağının kenarına. Yok, pas vermiyor. Çok kızmış. Ama artık alışmış olmalı. Hep bekletirim onu. Ya da alışamamış, bıkmıştı artık beni beklemekten. Ama durun. Bunu o anda anlamamıştım, daha sonra anlayacaktım. O an sadece kızmış olduğunu düşündüm.
***
“Israr etme Aylin, gelmek istemiyorum...
İyi değilim anlamıyor musun...Hayır, parti marti çekecek halim yok
Peki...tamam geliyorum...”
***
Parti sıkıcı değil. Birileri var burda. Yepyeni birileri. Ne kadar güzel bu gözler. Bana baksa keşke. Sadece bana baksa.
Elleri sıcacık...
Dudakları...
Evi sıcacık...
***
Gözleri bana bakmıyor, etrafına bakıyor. Nereye? Karşıda bir duvar çatlağı var. Sanki oraya bakıyor. Neden bana bakmıyor da çatlağa bakıyor. Beklettim diye kızmış olmalı.
***
Markete girip çikolata raflarının hepsini indiriyorum aşağıya. Kasiyer kız garip garip bakıyor yüzüme. Regl dönemim sanıyor olmalı.
Çikolatalar bitti. Ne yapmalı şimdi boşluk, hadi söyle bana, hadi söyle. Hadi....
***
Çantama nasıl girmiş bu çikolata kağıdı. Eve gelmeyi beklemeden yolda yemiş olmalıyım. ***
Niye kahkaha atıyorum şimdi. Neden ağlamıyorum. O zaman da ağlamamıştım . Kaç ay geçti üstünden, dört mü beş mi...Niye ağlamadım ben o kadar zaman. Niye bağırıp çağırmadım. Niye o akşam, o çatlağa bakarken, duvarda bir çatlak olduğunu ben de göremedim. Sadece konuşuyordum o akşam. Sadece anlatıyordum. O akşam, bende ne çatlak vardı, ne de bana bakan gözler.
***
İçeri girdiğimde koltuğa kurulmuştu. Beni kâle bile almadı. Ben ona bakakaldım sadece. Açık pencereye baktım, perde havalanıyordu. Yaz akşamının bir lütfu olup çıkagelmişti rüzgar. Bu davetsiz misafirle beraber...
Eh n’apalım mutfakta bir parça süt olacak. Bari onu koyayım kulpu kırık fincanımın içine.
***
Fincanımın kulpunda sakladım seni. Kulpu kırıldı. Açık bulduğu yarayı fırsat bilen kurtçuklar gibi, hem rüzgar doldu içime, hem de bu yarım yamalak kedi...
Tamam, gelin bakalım kucağıma. Nasıl olsa boş bir pencere burası, içini boşlukla doldurmaya çalıştığım küçücük bir dünya...
Hadi dolun, boşalın içime..
Ne işi var orda?
Kimdir, nedir, bilmiyorum.
Geldiğimde buradaydı.
Yerinden kalkmadı.
Eh ben de çok çalışmadım aslında kalkması için.
Belki de haklı...
Madem geldi...
Kalmalı demek ki...
Bi sebebi olmalı.
İlahi adalet, öyle değil mi...
***
Kapıyı açıp, her zamanki gibi girdim içeri. Yok, aslında itiraf etmeliyim ki, her zamankinden ağır oldu girişim. Anahtarımı bulamadım önce, sonra çantamın içindeki derin kuyuda dolaşırken, -neredeyse tavşan çıkacaktı içinden, inanın- diplerinde bir yerlerden çikolata kabı çıktı. Ona takıldım kaldım, ne zaman yemiştim bunu diye. Allah kahretsin ki hatırladım. Sonra bastım kahkahayı.
Bu sırada içerde olmalıydı. Yani kahkahamı attığımda ürkmemiş kaçmamış. Garip değil mi?
Hatırladım ne zaman yediğimi çikolatayı. Korktum sonra, kendi kahkahamdan korktum. Gülmemem lazımdı çünkü. Hüngür hüngür ağlamam lazımdı.
***
Çok geç kalmıştım. Koştura koştura gittim tünel meydanına. Suratını asmış beni bekliyordu. Küçük bir öpücük, dudağının kenarına. Yok, pas vermiyor. Çok kızmış. Ama artık alışmış olmalı. Hep bekletirim onu. Ya da alışamamış, bıkmıştı artık beni beklemekten. Ama durun. Bunu o anda anlamamıştım, daha sonra anlayacaktım. O an sadece kızmış olduğunu düşündüm.
***
“Israr etme Aylin, gelmek istemiyorum...
İyi değilim anlamıyor musun...Hayır, parti marti çekecek halim yok
Peki...tamam geliyorum...”
***
Parti sıkıcı değil. Birileri var burda. Yepyeni birileri. Ne kadar güzel bu gözler. Bana baksa keşke. Sadece bana baksa.
Elleri sıcacık...
Dudakları...
Evi sıcacık...
***
Gözleri bana bakmıyor, etrafına bakıyor. Nereye? Karşıda bir duvar çatlağı var. Sanki oraya bakıyor. Neden bana bakmıyor da çatlağa bakıyor. Beklettim diye kızmış olmalı.
***
Markete girip çikolata raflarının hepsini indiriyorum aşağıya. Kasiyer kız garip garip bakıyor yüzüme. Regl dönemim sanıyor olmalı.
Çikolatalar bitti. Ne yapmalı şimdi boşluk, hadi söyle bana, hadi söyle. Hadi....
***
Çantama nasıl girmiş bu çikolata kağıdı. Eve gelmeyi beklemeden yolda yemiş olmalıyım. ***
Niye kahkaha atıyorum şimdi. Neden ağlamıyorum. O zaman da ağlamamıştım . Kaç ay geçti üstünden, dört mü beş mi...Niye ağlamadım ben o kadar zaman. Niye bağırıp çağırmadım. Niye o akşam, o çatlağa bakarken, duvarda bir çatlak olduğunu ben de göremedim. Sadece konuşuyordum o akşam. Sadece anlatıyordum. O akşam, bende ne çatlak vardı, ne de bana bakan gözler.
***
İçeri girdiğimde koltuğa kurulmuştu. Beni kâle bile almadı. Ben ona bakakaldım sadece. Açık pencereye baktım, perde havalanıyordu. Yaz akşamının bir lütfu olup çıkagelmişti rüzgar. Bu davetsiz misafirle beraber...
Eh n’apalım mutfakta bir parça süt olacak. Bari onu koyayım kulpu kırık fincanımın içine.
***
Fincanımın kulpunda sakladım seni. Kulpu kırıldı. Açık bulduğu yarayı fırsat bilen kurtçuklar gibi, hem rüzgar doldu içime, hem de bu yarım yamalak kedi...
Tamam, gelin bakalım kucağıma. Nasıl olsa boş bir pencere burası, içini boşlukla doldurmaya çalıştığım küçücük bir dünya...
Hadi dolun, boşalın içime..
Sunday, November 26, 2006

SAVAŞ
“BEN” LE
Sustu. Sadece susmak kalmıştı ona, o da sustu .Arkasını dönüp gitti sonra .Yapılacak başka şey kalmakıştı, gitti.Yorgunluktan mıydı, yılgınlıktan mı bilemedi.Biraz çenesi titredi, biraz gözbebekleri.
Yorgunluk muydu, evet. Önce, önünden geçerken bakıp gülümsediği aynalar çatladı.Yılgındı evet. Nereye kadar anlatabilirdi derdini, sesi de çatladı.Kime dinletse sevdiği şarkıyı, o kanalı değiştirdi.Okudukları çocukça, gördükleri küçücük kaldı kocaman tabelaların arasında. Her günü soldu çiçeği, her günü biraz daha.
Başından aşağı ittirdiler, küçülttüler boyunu, merdiven altından geçmiş kadar oldu.Sonra o elini başının üstünde tutmaya başladı, aşağı doğru ittirmek için kendini. Yarım kaldı, herşeyi yarım bırakmanın cezası işte. Yarımdı artık. Kendi olmaktan vazgeçip makyajlı yatmaya başladı geceleri, Rujları yastıklara bulaştı,yastıklar yüzünü tekrar boyadı.
Çıkardı masanın üstüne kelimelerini. Önce sustu, sonra gitti.
“BEN” LE
Sustu. Sadece susmak kalmıştı ona, o da sustu .Arkasını dönüp gitti sonra .Yapılacak başka şey kalmakıştı, gitti.Yorgunluktan mıydı, yılgınlıktan mı bilemedi.Biraz çenesi titredi, biraz gözbebekleri.
Yorgunluk muydu, evet. Önce, önünden geçerken bakıp gülümsediği aynalar çatladı.Yılgındı evet. Nereye kadar anlatabilirdi derdini, sesi de çatladı.Kime dinletse sevdiği şarkıyı, o kanalı değiştirdi.Okudukları çocukça, gördükleri küçücük kaldı kocaman tabelaların arasında. Her günü soldu çiçeği, her günü biraz daha.
Başından aşağı ittirdiler, küçülttüler boyunu, merdiven altından geçmiş kadar oldu.Sonra o elini başının üstünde tutmaya başladı, aşağı doğru ittirmek için kendini. Yarım kaldı, herşeyi yarım bırakmanın cezası işte. Yarımdı artık. Kendi olmaktan vazgeçip makyajlı yatmaya başladı geceleri, Rujları yastıklara bulaştı,yastıklar yüzünü tekrar boyadı.
Çıkardı masanın üstüne kelimelerini. Önce sustu, sonra gitti.
ÜÇ
Niye mi bazı fotoğraflar eksik? E.. şey... aslında ben...Napıyım dayanamadım işte. Biliyorum tam klasik kız tribi ama; yırttım hepsini. Yani ikimizin olan bütün resimleri. Ama toplu fotoğraflar duruyor hala. Onlara sıra geldiğinde sakinleşmiştim. Kurtarabildim yani bir kısmını.
Tamam mı? Aldın mı her şeyini. Diş fırçan? Gerek yok tabi. Zaten altı ayda bir değiştirmek gerekiyordu değil mi? Yenisini almışsındır. Ha demek o aldı. Tamam o zaman, içim rahatladı. Eminim diş sağlığını en iyi şekilde koruyacak bir tane fırça seçmiştir senin için. Benden güzel mi? Yok bir şey, kendi kendime eski bir şarkıyı mırıldanıyorum, bir şey demedim. E tamam artık, git hadi. Kapı önü merasimlerini hiç sevmem. Her şey apartman boşluğunda yankılanır, beni sinir eder. Hadi hoşça kal, iyi sevişmeler sana. Ne heyecanlıdır yeni başlamış bir ilişkinin sevişmeleri. Hele ki altı senelik bir ilişkinin rutininden yeni çıkmışsan keyfine diyecek yoktur. Yarın işe gideceksin, toplantın var; hak getire...Sabaha kadar üç, beş, ne kadar dayanabiliyorsan artık, değil mi? Efendim? Yok, yine kendi kendime konuşuyorum.
Gerek yok bu ayın kirasını paylaşmamıza. Bu ay ne paylaştık ki kiramızı paylaşıcaz. Hadi git artık. Merdivenlerden inerken arkana bakarsan gebertirim seni. Kapıyı mı kapatayım? Mazoşistim oğlum ben, öğrenemedin mi bunca sene. Bu acıyı sonuna kadar içime çekmezsem rahat etmem ben. Tamam hoşça kal. Bir ara tanışır mıyız onla, yuh artık. Hatta beraber takılalım istersen, ben tiyolar vereyim; hangi yemeği seversin, nerenden tahrik olursun, maç izlerken televizyonun önünden aman ha geçmesin, diye. Maç izlemiyorsun musun artık. Ne? Maçtan hoşlanmıyor mu? Ben de hoşlanmazdım... Yok canım, tanışma manışma yok. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”. Nereden geldiyse aklıma şimdi. Gözlerim mi doldu? Daha neler. Sigara duma... tabi bırakmıştım ben sigarayı. Bahar nezlesi, polen alerjisi falan. Yaz gününde, evet n’olmuş? Sen de altı aylıkken doğup, iki ay küvezde kalsaydın, yaz günü alerjiden gözlerin dolardı. Nereden bileceksin...
Hadi hoşça kal. Sağlıcakla kal, kendine iyi bak, en kötü günün böyle olsun, esenlikler, bundan sonraki hayatında başarılar, elveda...
Üçüncü kata indi ayak seslerin. İyi ki bakmadın dönüp arkana. Alerji, sigara dumanı mahvetti gözlerimi, bir de hıçkırık tuttu ki sorma. İkinci kat... alerji...hıçkırık...Zemin kat... sigara...hıçk....Son adımlar apartmanda, son kelimelerin ardına düşen yankılar. Kapının “tık”ı. Sessizlik. Sessizlik. Sensizlik. Boğazımda hırıltı...
Git hadi kalbim, sıkıyosa peşinden. Üç kişi olduk artık bu hayatta, kaldır kaldırabileceksen.
UYKU 1
Güneş tutuklu sanki. Sanki parmaklık arkasında. Kapkaranlık gün, görmek isteyene sadece birkaç çubuklu çizgi. Ardından; kar.
Karın altında üşümüş tir tir kalmış morarmakta ruhumun ucu. Kırkikindi karı bu. Önce öğle saatlerinde yakıcı güneş, ardından ikindi vakti yağan kar, cesetlerin üstüne. Ama her İç Anadolulu bilir bunu. Bahar aylarında kırk gün güneşin ardından göğün “kar”aracağını. Aslında yağmur İç Anadolu’ya yağan, benim kalbime kar.
Sen Egelisin değil mi? Karı bilmezsin, üşümeyi de.
UYKU 2
Sabah uyandığımda bir kozanın içinde buldum kendimi. Battaniyeden sımsıcak bir kozanın. Gece sarhoş gelmiştim eve. Sarhoş kafam; rayından, çizgisinden çıkmış kafam, değiştirmek istemiş olmalı kendini.
Yine de her şey aynıydı, mutfakta bir bardak daha eksilmiş yalnızca, yalınayağıma battı, biraz kan...
UYKU 3
Önce parmak ucuma, sonra yavaştan ayağıma doğru uzandı güneş. Karabasan gibi ümüğüme yapıştığında, bilmem kaçıncı uykumda, bilmem kaçıncı hayal ettiğim adamın güçlü kollarında, aşna fişne edip de terledim sanırken kendimi, gözkapağımın üstünde kırpıverdi gözünü. Uyandım.
Aslına bakılırsa gözlerimi araladım ve esaslı bir küfür savurdum güne. Duymadı tabi, ben yeterince açamadığım için gözlerimi. Kamaşma yüzünden boşluğa savruldu küfürlerim. Rüzgar perdemi dans ettirmeye başladı sonra. Tüm bunlar şaka mı, diye, düşünmeye çalıştım, mahmur uyanıklığımla. Ben geceden tüm planlarımı yapıp, sabahı hissetmeyeyim, hep gece sanayım diye; bordo perdemi hiç boşluk kalmayacak şekilde kapatayım; sen bordo perde, gün ışığıyla birlik olup gözüme gözüme gir, rüyaya yattığım uykumun içine et.
Bu harala gürele geçip, ben uyandığımı kabul ettiğimde ve bu ter bastıran sıcak mı sıcak mevsimle tatlı bir sohbete tutuştuğumda, bir kahve kokusu kadar ferah gelmeye başladı rüzgarın sesi. Kızgınlığımı aldı yavaş yavaş. Çalar saatle uyanabilirdim pekala, ya da annemin uzaktan gelen telefonunun sesiyle. Ramazan ayı olabilirdi mesela, davulcuya terlik fırlatmak zorunda kalabilirdim. Kocam terk etmemiş olsaydı, gömleğini ütülemek için uyandırılmış; yahut işten kovulmamış olsaydım.....
Güzel bir uyandırılma şekli olduğunu düşünmeye başladım. Gün, rüzgarla birlik olup beni uyandırmaya karar vermiş. Bak sen. Bi hinlik var bu işte. Bir hinlik var olmalı bu günde.
UYKU 4
Nerdeyim ben. Burası neresi. Bu yanımda uzanan boşluk da ne? Ne zaman buldum ben bu boşluğu? Geceden bana kalan yalnız bu mu. Söyleyeyim de uyansın bari, geç olmadan dönsün yerine. Biraz daha kalırsa alışırım belki. O uyanmamış hala, gülümsüyor boşluk bana. Bana mı? Tatlı tatlı gördüğü rüyasına mı? İşte aralıyor gözlerini. O tanıdı galiba, hiç yabancılamadı beni...Yanımda olmayı, kocaman bir gece geçirmiş olmayı yadırgamadı. Boşluk kalk git hadi. Yalnız bırak beni.
UYKU 5
Tutmadı yine. Tutup kaldıramadı beni yerimden. Alıp yatağıma götüremedi. Kaçtı gitti yine. Kahve mi suçlu şimdi, kim suçlu? Olmazsa olmuyor işte, gelmiyor. Ipıssız, sessiz mi sessiz, yalnız buzdolabının acımasız işkencesi kulağımda. Vapurun, trenin, koşturmanın sesi kuytuda. Yalnız buzdolabım var sanki koca dünyada.
Gelmiyor işte. Boylu boyuncayım yatakta, gözlerim plastik yıldızlarla bezeli tavanda. Sanki gerçek. Bi kere yıldızlar beş köşeli değil, onlar gezegen; köşeleri möşeleri yok yani. Ne kandırıyorsam kendimi, yıldız falan değil onlar; plastik, fosforlu şeyler. Üstelik uyuyamıyorum hala. Uykum kaçtı bir yere. Kahveyle birlikte kaçtılar benden. Bıraktılar beni bu fosforlu kandırmacanın başına.
UYKU 6
Gün can çekişiyor doğurmaya çalışırken güneşi. Bozkıra doğacak birazdan güneş. Kurdun kuşun, birde sapsarının ortasında bekleyen kurumuş bir ahlat ağacının üstüne salacak ışıklarını.
Kafamı tam yukarı kaldırdığımda hala yıldız, sonra lâcivert. Başımı eğdikçe başlıyor cümbüş; eflatunlar, turuncu kırmızılar, sonra kendini ispatlamaya çalışan sarı.
Göz kapaklarım yorgun. Buluşmak için sabırsız birbiriyle. Bir buluşsalar biliyorum neler yapacaklarını. Sanki uzaktaki sevgili, kısacık anlarda birbirlerini yalnızca görüp geçen. İlk uzun buluşmada ayrılmayacaklar birbirlerinden. Ben kara kedi. İstemiyorum vuslat anını. Her buluşmalarını ayırıyorum daha fazlasını görmek için.
Ben bunları düşünürken başlıyor gün. Bir günü daha kavuşmadan ne kadar geçirebilecekler bakalım gözlerimin kapakları.
Niye mi bazı fotoğraflar eksik? E.. şey... aslında ben...Napıyım dayanamadım işte. Biliyorum tam klasik kız tribi ama; yırttım hepsini. Yani ikimizin olan bütün resimleri. Ama toplu fotoğraflar duruyor hala. Onlara sıra geldiğinde sakinleşmiştim. Kurtarabildim yani bir kısmını.
Tamam mı? Aldın mı her şeyini. Diş fırçan? Gerek yok tabi. Zaten altı ayda bir değiştirmek gerekiyordu değil mi? Yenisini almışsındır. Ha demek o aldı. Tamam o zaman, içim rahatladı. Eminim diş sağlığını en iyi şekilde koruyacak bir tane fırça seçmiştir senin için. Benden güzel mi? Yok bir şey, kendi kendime eski bir şarkıyı mırıldanıyorum, bir şey demedim. E tamam artık, git hadi. Kapı önü merasimlerini hiç sevmem. Her şey apartman boşluğunda yankılanır, beni sinir eder. Hadi hoşça kal, iyi sevişmeler sana. Ne heyecanlıdır yeni başlamış bir ilişkinin sevişmeleri. Hele ki altı senelik bir ilişkinin rutininden yeni çıkmışsan keyfine diyecek yoktur. Yarın işe gideceksin, toplantın var; hak getire...Sabaha kadar üç, beş, ne kadar dayanabiliyorsan artık, değil mi? Efendim? Yok, yine kendi kendime konuşuyorum.
Gerek yok bu ayın kirasını paylaşmamıza. Bu ay ne paylaştık ki kiramızı paylaşıcaz. Hadi git artık. Merdivenlerden inerken arkana bakarsan gebertirim seni. Kapıyı mı kapatayım? Mazoşistim oğlum ben, öğrenemedin mi bunca sene. Bu acıyı sonuna kadar içime çekmezsem rahat etmem ben. Tamam hoşça kal. Bir ara tanışır mıyız onla, yuh artık. Hatta beraber takılalım istersen, ben tiyolar vereyim; hangi yemeği seversin, nerenden tahrik olursun, maç izlerken televizyonun önünden aman ha geçmesin, diye. Maç izlemiyorsun musun artık. Ne? Maçtan hoşlanmıyor mu? Ben de hoşlanmazdım... Yok canım, tanışma manışma yok. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”. Nereden geldiyse aklıma şimdi. Gözlerim mi doldu? Daha neler. Sigara duma... tabi bırakmıştım ben sigarayı. Bahar nezlesi, polen alerjisi falan. Yaz gününde, evet n’olmuş? Sen de altı aylıkken doğup, iki ay küvezde kalsaydın, yaz günü alerjiden gözlerin dolardı. Nereden bileceksin...
Hadi hoşça kal. Sağlıcakla kal, kendine iyi bak, en kötü günün böyle olsun, esenlikler, bundan sonraki hayatında başarılar, elveda...
Üçüncü kata indi ayak seslerin. İyi ki bakmadın dönüp arkana. Alerji, sigara dumanı mahvetti gözlerimi, bir de hıçkırık tuttu ki sorma. İkinci kat... alerji...hıçkırık...Zemin kat... sigara...hıçk....Son adımlar apartmanda, son kelimelerin ardına düşen yankılar. Kapının “tık”ı. Sessizlik. Sessizlik. Sensizlik. Boğazımda hırıltı...
Git hadi kalbim, sıkıyosa peşinden. Üç kişi olduk artık bu hayatta, kaldır kaldırabileceksen.
UYKU 1
Güneş tutuklu sanki. Sanki parmaklık arkasında. Kapkaranlık gün, görmek isteyene sadece birkaç çubuklu çizgi. Ardından; kar.
Karın altında üşümüş tir tir kalmış morarmakta ruhumun ucu. Kırkikindi karı bu. Önce öğle saatlerinde yakıcı güneş, ardından ikindi vakti yağan kar, cesetlerin üstüne. Ama her İç Anadolulu bilir bunu. Bahar aylarında kırk gün güneşin ardından göğün “kar”aracağını. Aslında yağmur İç Anadolu’ya yağan, benim kalbime kar.
Sen Egelisin değil mi? Karı bilmezsin, üşümeyi de.
UYKU 2
Sabah uyandığımda bir kozanın içinde buldum kendimi. Battaniyeden sımsıcak bir kozanın. Gece sarhoş gelmiştim eve. Sarhoş kafam; rayından, çizgisinden çıkmış kafam, değiştirmek istemiş olmalı kendini.
Yine de her şey aynıydı, mutfakta bir bardak daha eksilmiş yalnızca, yalınayağıma battı, biraz kan...
UYKU 3
Önce parmak ucuma, sonra yavaştan ayağıma doğru uzandı güneş. Karabasan gibi ümüğüme yapıştığında, bilmem kaçıncı uykumda, bilmem kaçıncı hayal ettiğim adamın güçlü kollarında, aşna fişne edip de terledim sanırken kendimi, gözkapağımın üstünde kırpıverdi gözünü. Uyandım.
Aslına bakılırsa gözlerimi araladım ve esaslı bir küfür savurdum güne. Duymadı tabi, ben yeterince açamadığım için gözlerimi. Kamaşma yüzünden boşluğa savruldu küfürlerim. Rüzgar perdemi dans ettirmeye başladı sonra. Tüm bunlar şaka mı, diye, düşünmeye çalıştım, mahmur uyanıklığımla. Ben geceden tüm planlarımı yapıp, sabahı hissetmeyeyim, hep gece sanayım diye; bordo perdemi hiç boşluk kalmayacak şekilde kapatayım; sen bordo perde, gün ışığıyla birlik olup gözüme gözüme gir, rüyaya yattığım uykumun içine et.
Bu harala gürele geçip, ben uyandığımı kabul ettiğimde ve bu ter bastıran sıcak mı sıcak mevsimle tatlı bir sohbete tutuştuğumda, bir kahve kokusu kadar ferah gelmeye başladı rüzgarın sesi. Kızgınlığımı aldı yavaş yavaş. Çalar saatle uyanabilirdim pekala, ya da annemin uzaktan gelen telefonunun sesiyle. Ramazan ayı olabilirdi mesela, davulcuya terlik fırlatmak zorunda kalabilirdim. Kocam terk etmemiş olsaydı, gömleğini ütülemek için uyandırılmış; yahut işten kovulmamış olsaydım.....
Güzel bir uyandırılma şekli olduğunu düşünmeye başladım. Gün, rüzgarla birlik olup beni uyandırmaya karar vermiş. Bak sen. Bi hinlik var bu işte. Bir hinlik var olmalı bu günde.
UYKU 4
Nerdeyim ben. Burası neresi. Bu yanımda uzanan boşluk da ne? Ne zaman buldum ben bu boşluğu? Geceden bana kalan yalnız bu mu. Söyleyeyim de uyansın bari, geç olmadan dönsün yerine. Biraz daha kalırsa alışırım belki. O uyanmamış hala, gülümsüyor boşluk bana. Bana mı? Tatlı tatlı gördüğü rüyasına mı? İşte aralıyor gözlerini. O tanıdı galiba, hiç yabancılamadı beni...Yanımda olmayı, kocaman bir gece geçirmiş olmayı yadırgamadı. Boşluk kalk git hadi. Yalnız bırak beni.
UYKU 5
Tutmadı yine. Tutup kaldıramadı beni yerimden. Alıp yatağıma götüremedi. Kaçtı gitti yine. Kahve mi suçlu şimdi, kim suçlu? Olmazsa olmuyor işte, gelmiyor. Ipıssız, sessiz mi sessiz, yalnız buzdolabının acımasız işkencesi kulağımda. Vapurun, trenin, koşturmanın sesi kuytuda. Yalnız buzdolabım var sanki koca dünyada.
Gelmiyor işte. Boylu boyuncayım yatakta, gözlerim plastik yıldızlarla bezeli tavanda. Sanki gerçek. Bi kere yıldızlar beş köşeli değil, onlar gezegen; köşeleri möşeleri yok yani. Ne kandırıyorsam kendimi, yıldız falan değil onlar; plastik, fosforlu şeyler. Üstelik uyuyamıyorum hala. Uykum kaçtı bir yere. Kahveyle birlikte kaçtılar benden. Bıraktılar beni bu fosforlu kandırmacanın başına.
UYKU 6
Gün can çekişiyor doğurmaya çalışırken güneşi. Bozkıra doğacak birazdan güneş. Kurdun kuşun, birde sapsarının ortasında bekleyen kurumuş bir ahlat ağacının üstüne salacak ışıklarını.
Kafamı tam yukarı kaldırdığımda hala yıldız, sonra lâcivert. Başımı eğdikçe başlıyor cümbüş; eflatunlar, turuncu kırmızılar, sonra kendini ispatlamaya çalışan sarı.
Göz kapaklarım yorgun. Buluşmak için sabırsız birbiriyle. Bir buluşsalar biliyorum neler yapacaklarını. Sanki uzaktaki sevgili, kısacık anlarda birbirlerini yalnızca görüp geçen. İlk uzun buluşmada ayrılmayacaklar birbirlerinden. Ben kara kedi. İstemiyorum vuslat anını. Her buluşmalarını ayırıyorum daha fazlasını görmek için.
Ben bunları düşünürken başlıyor gün. Bir günü daha kavuşmadan ne kadar geçirebilecekler bakalım gözlerimin kapakları.
ADEM VE HAVVA
A-Ödümü kopardın. Geldin sandım.
B-Gelir miyim hiç, ne sandın beni.
A-Dün gece rüyamda gördüm seni. Sonra da odamda dolaştın biraz, yatağımın ucuna oturdun.
B-Halüsünasyon görmüşsün yine. Bu hafta gitmedin mi doktora.
A-Pazartesi trafiğine takıldım, gidemedim bu hafta.
B-İhmal etme. Haftaya karabasan olurum yoksa.
A-Gelmedin yani.
B-Gitmedim diyorum sana. Buradan bir kol mesafesi bile uzaklaşmadım hiç.
A-Gelecek misin peki hiç beni izlemeye.
B-Son oyun değil miydi geçen akşam.
A-En son yanında bir sarışınla çıktığın barda selam vermiştik birbirimize. O selamı verebilmek için çok çalışmıştım ayna karşısında. Ama sahne dumanaltı olmuştu gecenin bilmem kaçında; müzik neredeyse, devamlı duyma bozukluğuna yol açacaktı.”Susun!” diye bağırdım avazım çıktığı kadar, ama duyan olmadı sessizlikten. Oysa güçlü bir diyaframım vardı. Uğraşmıştım; ses çalışmış, şan dersleri almıştım. Acil durumlarda camı kırıp, çıkarmak için içimdeki çığlığı.
B-İyi ya işte, kapanmış perde çoktan.
A-Görüyorum ama, hala ışık geliyor perdenin arkasından. Evim batıya bakıyor ya benim. Perdeler kapalı olsa da yakıyor güneş.
B-Kuzeye bakan bir eve taşın o zaman.
( sessizlik )
A- Hatırlarsan hep ebe oldum ben oyunlarda, gözlerim kapalı. Hiç kimseyi buladım altı ay gündüzünde. Tam kurtulduğumda ebeliğimden,annem eve çağırdı beni .
B- Duymuyorum seni. Sesinde bir yığın cızırtı.
A- Sevişme sonrası terim soğurken tuzaklardan birini harekete geçirmiş olmalıyım ki duvarlar yanaşmaya başladı birbirine. Arada kalan boşluktan kaçmaya çalışırken hayata ,unuttuğum bir şeyler olmalı elbette aceleden.
B- Yoksun işte, anla artık. Görmedim, duymadım,söylemedim seni. Güzeldin, geçtin, bittin...
A-Git o zaman. Ben dağıtırım ardında bıraktığın dumanı. Birkaç defa elimi havaya kaldırıp, boşlukta sallamama bakar. Sen nazik bir “hoşça kal” sansan da ,yalnızca küfürlü bir “elveda” bu sana.
B-Gelir miyim hiç, ne sandın beni.
A-Dün gece rüyamda gördüm seni. Sonra da odamda dolaştın biraz, yatağımın ucuna oturdun.
B-Halüsünasyon görmüşsün yine. Bu hafta gitmedin mi doktora.
A-Pazartesi trafiğine takıldım, gidemedim bu hafta.
B-İhmal etme. Haftaya karabasan olurum yoksa.
A-Gelmedin yani.
B-Gitmedim diyorum sana. Buradan bir kol mesafesi bile uzaklaşmadım hiç.
A-Gelecek misin peki hiç beni izlemeye.
B-Son oyun değil miydi geçen akşam.
A-En son yanında bir sarışınla çıktığın barda selam vermiştik birbirimize. O selamı verebilmek için çok çalışmıştım ayna karşısında. Ama sahne dumanaltı olmuştu gecenin bilmem kaçında; müzik neredeyse, devamlı duyma bozukluğuna yol açacaktı.”Susun!” diye bağırdım avazım çıktığı kadar, ama duyan olmadı sessizlikten. Oysa güçlü bir diyaframım vardı. Uğraşmıştım; ses çalışmış, şan dersleri almıştım. Acil durumlarda camı kırıp, çıkarmak için içimdeki çığlığı.
B-İyi ya işte, kapanmış perde çoktan.
A-Görüyorum ama, hala ışık geliyor perdenin arkasından. Evim batıya bakıyor ya benim. Perdeler kapalı olsa da yakıyor güneş.
B-Kuzeye bakan bir eve taşın o zaman.
( sessizlik )
A- Hatırlarsan hep ebe oldum ben oyunlarda, gözlerim kapalı. Hiç kimseyi buladım altı ay gündüzünde. Tam kurtulduğumda ebeliğimden,annem eve çağırdı beni .
B- Duymuyorum seni. Sesinde bir yığın cızırtı.
A- Sevişme sonrası terim soğurken tuzaklardan birini harekete geçirmiş olmalıyım ki duvarlar yanaşmaya başladı birbirine. Arada kalan boşluktan kaçmaya çalışırken hayata ,unuttuğum bir şeyler olmalı elbette aceleden.
B- Yoksun işte, anla artık. Görmedim, duymadım,söylemedim seni. Güzeldin, geçtin, bittin...
A-Git o zaman. Ben dağıtırım ardında bıraktığın dumanı. Birkaç defa elimi havaya kaldırıp, boşlukta sallamama bakar. Sen nazik bir “hoşça kal” sansan da ,yalnızca küfürlü bir “elveda” bu sana.
Galata
Sokak köpeklerinin topaklanmış tüyleri ve işaretlenmiş kulakları. Betonun üzerinde yayılma keyiflerini ancak -neye göre seçtiklerini anlamadığım- bir araba sesini duyar duymaz bozup, tekerlerin peşinden koşturmak için bozuyorlar. Parktaki bankların şeklini almış vücutları, şarap ve sigarayla günü başlatan, geniş bir sohbete dalmış aynı topaklıkta adamların, tek bir sözüne bakıyor bıraktıkları beton izine geri dönmeleri.
Yanları başındaki kuleye çıkmak ve oradaki manzaraya kadeh kaldırmak için milyonları bahşeden ben, kazancımı küçümsüyorum en ucuzundan bu şişenin yanından geçerken. Zehirli bir kuyruk beliriyor cebimde. Bir başkasının haklı unutuşuna baba olabilecekken, kendiminki sarıp sarmalıyor beni. Kıpırdayamıyorum.
Harem
Gece ancak Kız Kulesi’nin ışıklandırmalarını yansıtabiliyor denize. Yüzümü görebilmek için ben, boşu boşuna bakıyorum karanlık suya.
Antakya
İzmarit dolmuş kültabağını boşaltmak için yanaştı garson. Sustuk. Ben, yatağımızda başka başka kadınlarla seviştiği için her defasında çarşafları atmak zorunda kaldığıma küfrederken, o, bir daha başkasının olmayacağına kurbağa gözlerinin bebeklerini oynatarak yemin etmeye başladı.
Sigaramı söndürdüm diğer onlarcasının yanında. Sandalyem kulaklarımı tırmaladı gıcırdarken. Kalktım. Kanatlarımı bıraktım masaya, yanı başına. Özgürlük sanmışım meğer. Kalkıp giderken ki huzurumda anladım.
Yıldız
Hoş geldiniz sevgili konuklarım. Niye geldiniz. İşiniz gücünüz yok mu başka yapacak, vücudunuzu tir tir kıpırdatacak. Eh, madem geldiniz yolumun sağ tarafına bakın o zaman; toz tutmuş örümceklenmiş bir rüya. Kapalı kutunun içinde saklı son nefesim. Pandora’nın çeyiz sandığı sanki, sedeften kakmalı. En uzun süre kim tutacak diye bekleriz gözlerimizdeki son karartıyı. Kapasam gözlerimi, yüze kadar saysam, saklansa herkes, bir daha da çıkmasa.
Sağ tarafına bakın sokak siluetinin. Göz bebeklerimi büyüten bir ışık orda. Sanki ıhlamur ağacı, uzun yokuşun sonunda zar zor ulaştığım. Kalemimin sivriltilmiş ucuyla ayrıntılarını özene bezene çizip, sonra çöp tenekesine bile isabet ettiremediğim. Parmak izim çıkar diye korkumdan, görüp de, duyup da, dokunamadığım.
İşte burada çıkmazına geldik sokağın. Bugün bu kadar yeter size. Kendi gezegeninize dönün şimdi. Uydularınız bekler sizi, uzaklaşmayın fazla çekim alanınızdan. Uykum var artık benim. Küçüldü bile göz bebeklerim.
Ora
Araf’tayım şimdi. Yerle gök arasında sıkılmış kalmış. Ne ben, ne başkası gibi. Geçmiş değil, bugün değil, yarın hiç... Uzatsam bakışlarımı sana, çoktan gömülmüş cesedin, uzamış saçların ve tırnaklarınla, çeksen kendini yukarıya.
Nişantaşı
Hayır, televizyona bakmıyorum.
Evet. Salona girildiğinde televizyonun tam karşısına yerleştirilmiş kocaman çek-yatın ortasına oturmuş, başımı sabitlemiş televizyona bakıyor gibi görünebilirim, ama hayır. Oraya bakmıyorum.
Televizyonun bir buçuk metre yukarısında, tavanın orta solundaki küçük çatlağa bakıyorum. Sıva çatlağına, o küçük boşluğa, kocaman duvarın ilgi çeken tek noktasına.
Bi çatlağın ne işi var orda. Herşey olduğu, olması gerektiği gibi giderken, o karartının, çizginin, yargının orda ne işi var.
Evet, televizyona bakmıyorum. O çatlak orda olduğu sürece de bakmıycam hiç.
Üsküdar-Taksim
Gece içine çekiyor beni. Batan geminin girdapları bunlar. Sanki bacakları aralı, sanki senelerdir işinin ehli karşı konulmaz bir orospu.
Evime gidip güneş yanığı tenime yoğurt sürmeliyim. Ama dersine yanlış çalışmış bir mehter takımı gibi bedenim; iki geri, bir ileri.
Ayağımı bastığım toprağın, yakasını değiştirmek geliyor içimden. Senin olmadığın tarafa geçip, başka başka bakışlarla dans etmek istiyor düşlerim.
Denizin ortasındayım. Kocamış bir tekne selamını yolluyor bize, sırılsıklam ediyor, tuz buz oluyorum kocaman dalganın altında.
Geride yaldızlarını bırakan salyangozum ulaştığında kıyıya, aynı ağırlıkla devam ediyorum yoluma. Dolunayı takip ediyorum beni -bilmem nereye- götürene kadar.
Kuzguncuk
Lacivert misin sen?
Beni siyaha taşıyan mavi.
Ne gökyüzü yani
Ne de uyku gecelerinin karabasanları
Uyur gezer gibi bir renk
Ne yaptığını bilmeden ortalarda dolaşır gibi
İdealtepe
Parmaklarımın ucu morarıyor yalanlarından
Kanım çekilmeye başlıyor bedenimin uçlarından
Ölüyorum sana gelmeye başlarken
Göz göze geldiğimizde hiçbir şeyim olmayacak sana kalan
Sokak köpeklerinin topaklanmış tüyleri ve işaretlenmiş kulakları. Betonun üzerinde yayılma keyiflerini ancak -neye göre seçtiklerini anlamadığım- bir araba sesini duyar duymaz bozup, tekerlerin peşinden koşturmak için bozuyorlar. Parktaki bankların şeklini almış vücutları, şarap ve sigarayla günü başlatan, geniş bir sohbete dalmış aynı topaklıkta adamların, tek bir sözüne bakıyor bıraktıkları beton izine geri dönmeleri.
Yanları başındaki kuleye çıkmak ve oradaki manzaraya kadeh kaldırmak için milyonları bahşeden ben, kazancımı küçümsüyorum en ucuzundan bu şişenin yanından geçerken. Zehirli bir kuyruk beliriyor cebimde. Bir başkasının haklı unutuşuna baba olabilecekken, kendiminki sarıp sarmalıyor beni. Kıpırdayamıyorum.
Harem
Gece ancak Kız Kulesi’nin ışıklandırmalarını yansıtabiliyor denize. Yüzümü görebilmek için ben, boşu boşuna bakıyorum karanlık suya.
Antakya
İzmarit dolmuş kültabağını boşaltmak için yanaştı garson. Sustuk. Ben, yatağımızda başka başka kadınlarla seviştiği için her defasında çarşafları atmak zorunda kaldığıma küfrederken, o, bir daha başkasının olmayacağına kurbağa gözlerinin bebeklerini oynatarak yemin etmeye başladı.
Sigaramı söndürdüm diğer onlarcasının yanında. Sandalyem kulaklarımı tırmaladı gıcırdarken. Kalktım. Kanatlarımı bıraktım masaya, yanı başına. Özgürlük sanmışım meğer. Kalkıp giderken ki huzurumda anladım.
Yıldız
Hoş geldiniz sevgili konuklarım. Niye geldiniz. İşiniz gücünüz yok mu başka yapacak, vücudunuzu tir tir kıpırdatacak. Eh, madem geldiniz yolumun sağ tarafına bakın o zaman; toz tutmuş örümceklenmiş bir rüya. Kapalı kutunun içinde saklı son nefesim. Pandora’nın çeyiz sandığı sanki, sedeften kakmalı. En uzun süre kim tutacak diye bekleriz gözlerimizdeki son karartıyı. Kapasam gözlerimi, yüze kadar saysam, saklansa herkes, bir daha da çıkmasa.
Sağ tarafına bakın sokak siluetinin. Göz bebeklerimi büyüten bir ışık orda. Sanki ıhlamur ağacı, uzun yokuşun sonunda zar zor ulaştığım. Kalemimin sivriltilmiş ucuyla ayrıntılarını özene bezene çizip, sonra çöp tenekesine bile isabet ettiremediğim. Parmak izim çıkar diye korkumdan, görüp de, duyup da, dokunamadığım.
İşte burada çıkmazına geldik sokağın. Bugün bu kadar yeter size. Kendi gezegeninize dönün şimdi. Uydularınız bekler sizi, uzaklaşmayın fazla çekim alanınızdan. Uykum var artık benim. Küçüldü bile göz bebeklerim.
Ora
Araf’tayım şimdi. Yerle gök arasında sıkılmış kalmış. Ne ben, ne başkası gibi. Geçmiş değil, bugün değil, yarın hiç... Uzatsam bakışlarımı sana, çoktan gömülmüş cesedin, uzamış saçların ve tırnaklarınla, çeksen kendini yukarıya.
Nişantaşı
Hayır, televizyona bakmıyorum.
Evet. Salona girildiğinde televizyonun tam karşısına yerleştirilmiş kocaman çek-yatın ortasına oturmuş, başımı sabitlemiş televizyona bakıyor gibi görünebilirim, ama hayır. Oraya bakmıyorum.
Televizyonun bir buçuk metre yukarısında, tavanın orta solundaki küçük çatlağa bakıyorum. Sıva çatlağına, o küçük boşluğa, kocaman duvarın ilgi çeken tek noktasına.
Bi çatlağın ne işi var orda. Herşey olduğu, olması gerektiği gibi giderken, o karartının, çizginin, yargının orda ne işi var.
Evet, televizyona bakmıyorum. O çatlak orda olduğu sürece de bakmıycam hiç.
Üsküdar-Taksim
Gece içine çekiyor beni. Batan geminin girdapları bunlar. Sanki bacakları aralı, sanki senelerdir işinin ehli karşı konulmaz bir orospu.
Evime gidip güneş yanığı tenime yoğurt sürmeliyim. Ama dersine yanlış çalışmış bir mehter takımı gibi bedenim; iki geri, bir ileri.
Ayağımı bastığım toprağın, yakasını değiştirmek geliyor içimden. Senin olmadığın tarafa geçip, başka başka bakışlarla dans etmek istiyor düşlerim.
Denizin ortasındayım. Kocamış bir tekne selamını yolluyor bize, sırılsıklam ediyor, tuz buz oluyorum kocaman dalganın altında.
Geride yaldızlarını bırakan salyangozum ulaştığında kıyıya, aynı ağırlıkla devam ediyorum yoluma. Dolunayı takip ediyorum beni -bilmem nereye- götürene kadar.
Kuzguncuk
Lacivert misin sen?
Beni siyaha taşıyan mavi.
Ne gökyüzü yani
Ne de uyku gecelerinin karabasanları
Uyur gezer gibi bir renk
Ne yaptığını bilmeden ortalarda dolaşır gibi
İdealtepe
Parmaklarımın ucu morarıyor yalanlarından
Kanım çekilmeye başlıyor bedenimin uçlarından
Ölüyorum sana gelmeye başlarken
Göz göze geldiğimizde hiçbir şeyim olmayacak sana kalan
Mersiye

Bahar akşamı işte. Ne beklenebilir ki başka. Hafif loş bir hava, deniz buharlaştı buharlaşacak, altı kapatılmış pilav gibi beklemede. Dolunay gökte, bir yerlerdeki denize gel git yapıyor olmalı, meşgul yani. Sevgilim gibi. Sevgilim; aşık olduğum adam yani. Meşgul telefonları. Kolları...teri...gidip gelen vücudu gibi yani...
-Baş başa kaldık mı yine eski dostum. Herkes gider, ben kalırım dememiş miydim sana? Hani telefonlar cebe girince biraz uzaklaşır gibi olmuştuk ama, aynı alet koşturmaları arttırıp, kısaltmadı mı anları? Zaten kısacık kalanları...
Dolunayda mı kalmıştık? Bu gece o aydınlatmış sokağı. Sokak lambalarının olmadığı yerlerde bile sanki gün ışığı. Güneşin çocuğu, geceleri peydahlanan. Bir kuzgun uçsa, azmış bir mart kedisi bağırmaya başlasa, hiç kaçarı yok serilir gözler önüne. Yanından geçtiğim bütün evler sanki bana inat, muhabbette bu gece. Sokağa açılan pencere mutfaksa eğer ; mezeler hazırlanıyor eş dostla beraber, oturma odasınınkiyse; sonuna kadar açılmış sigara dumana özgürlüğünü bahşeylemek üzere. Balkonlarda, anne babanın yeşilaycı sandığı körpeler, yanlarında da naneli şeker. Fırının önünden geçmek akıllara zarar. Bu saatte yaptıkları poğaçayı yarın sabah bize taze, yeni çıktı diye yutturmak için hazırlık yapıyorlar. Bu yalanın kokusu mis gibi geliyor burnuma.
Eve gelip mum yakma zamanları yine. Tabi ki sarı ışık olmalı. Ne demişti en hızlı terk edenlerden, fotoğrafçı sevgilim ”beyaz ışık ölü ışık” mış. Daha pahalı olduğundan bahsetmek için vakit kalmamıştı hiç. Bikaç sevişme kadar sürdü görüşmelerimiz, piyanist bi kıza gitmişti, kızın parmakları güzelmiş ...
-Gör gününü. Kimse benim gibi olamaz işte. Olmadıkların, olamadıkların kadar bile biliyorum seni. Karabasanları, taze fasulyeyi, kilisedeki kadını, helli kahveyi, peri çıkmazını. Saydıklarım sayacaklarımın teminatı...
Gündüzün karmaşası mı, güneşin her şeyi apaçık etmesi midir, bilinmez; bazı çiçekler akşam açar. Ben de biliyorum bunun bir bilimsel açıklaması olduğunu. Liseyi bitirdim çok şükür ite kaka. Ama böyle düşünmek - televizyon seyretmek gibi- daha kolay geliyor, hayatımı - en azından bir kısmını- basitleştiriyor. Neyse işte, o çiçeklerden biri olmalı yol üstünde. Bu yoldan her sabah geçiyorum o aptal gülüşlü patronumu ve etek giydiğimde artan, bir sürü müşterinin geldiği, işyerime giderken. Ama gündüz hiç kokusunu bulamadım.
-Ne şimdi bu. Baştan mı çıkarmaya çalışıyorsun beni? Senle olursam mutlu olacağım öyle mi? Bu kocaman kalabalık vapurun can yelekleriyle dolu tavanına, gün ışığının denizde yansıyan kıpırdanışını taşıyıp da bana kur yapıyorsun öyle mi?
Yağmur yağacak galiba. Hava temizlenmiş sanki ve rüzgar bir yerlerden taşıyor o kokuyu bana. Daha ne kadar uzatabilirim yolu. Hadi yap şunu artık. Anne sözünü hatırlama vakti ”bu saatte, kız başına sokaklarda ne işin var.” Hadi bu son girdiğim ara sokak olsun. Yağmur da bastıracak şimdi. Evet, yağmurda donuma kadar ıslanmayı seviyorum ama kendime iyi bakmalı ve sağlıklı bir birey olarak yaşantıma devam etmeliyim. Bu son cümle yaklaşık bir senedir gittiğim psikoloğun beni telkin etmek için kullandığı söz. Eşek gibi çalışıp kazandığım paranın büyük bir kısmını, karşısında oturup takıldığım bütün ayrıntıları kafamdan silmeye çalışan bu kadına harcıyorum ve her 100 liranın sonunda duyduğum tek şey sağlıklı bir birey olmaya çalışmam gerektiği. Beni sağlıklılaştıracak şeyin eve düz yoldan gidip, dizimi seyredip uyumak olduğunu bilmek, ama bunu bir türlü becerememek bayağı pahalıya patlıyor bana. Neyse ki yağmurda yürümüyorum artık.
Fazla gürültü yapmadan parmak ucuma basa basa çıkıyorum yukarıya. En üst katta evim. Çatının bu bölümü camdan. Apartman otomatı sönünce dolunay yardım ediyor kilit anahtar uyumunu sağlamama.
-Çift kanatlı bir kapının ikisini birden, aralamaya izin vermeden zamana, sonuna kadar aç ve doldur tüm ışığı içine. Dal içeri bodoslama, koştura koştura, ne var ne yok doldur kalbine ve arkana bile bakmadan çık dışarı. Düşün ki sarhoşsun ve uzun zamandır göremediğin sevgilinim ben. Sınır olmadan, bağıra çağıra sevişir gibi, sırtımda tırnak izleri bırakır gibi, dokunma bile tenime. İstediğin neyse al git. Böyle giderelim hasretimizi. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak, önce dokunmak ...sonra... sıkılmak için birbirimizden.
Eve girince ayaklarımın etrafında, “madem mamamı bu kadar geç vereceksin, beni niye evine aldın kardeşim, bırak da sokaklarda çöpleri karıştırayım o zaman” , diyen kedimin umutsuz mırıltıları. Kutunun dibindeki son kuru mamayla besliyorum mırıltıları, yarın sabah yenisini almak gerek.
Biraz televizyonu karıştırıyorum, biraz müzik ve kahve. Bir de bahar tabağı hazırladım kendime; yeni dünya, can eriği, yeni yeni yüzünü gösteren kiraz. Mumdan vazgeçtim bu gece, onun yerine tütsü yakıp eski kokuların hepsini bastırmaya karar verdim. Makyajımı çıkardıktan sonra aynaya bakıp çizgilerimi kontrol ettim,yenileri çıkmış mı diye. Rafın üstüne kaçamak bir bakış fırlattım sonra; acaba çalacak mı telefonum? Ve başrolü yorgunluğuma bıraktıktan iki dakika sonra odama giden koridorun karanlık ışığında yolculuğumu başlattım. Çarşaflarımı değiştirdim ağır ağır. Bunu her gece yapıyor olmaktan hoşnut değilim elbet, ama temiz kalan bir yeri olmalı değil mi hayatımın.
İçerden gelen müzik sesiyle uykuya dalma alışkanlığım, bu gece küssün bana. Koridor engelini aşıp, uyku müziği koymaya hiç halim yok. Varsın hayallerimin sesleri uyutmasın beni. Dolaşsınlar karanlıkta, sayıklamalarımı dinleyip, kendilerince anlamlar çıkarsınlar. Belki sabaha karşı uyanır, martı çığlıklarını dinler, sabah tazeliğini içime çeker, kirlenmemiş havanın şaşkınlığını yaşayıp, öksürürüm biraz. Ama bahar alerjisinden yaşlanmaz gözlerim bu sefer. Beni çağıran sesin kulaklarımda patlayan sessizliğinin gürültüsüyle, sağır olurum da göremem inşallah bir daha.
-Git o zaman. Bir şey ya vardır, ya yoktur. Ben mi, o mu, bu mu, şu mu. Bu kadar karıştırma her şeyi birbirine. Elmayla armutun toplanmayacağını söylemediler mi sana ilk okulda? Benim de ilgilenmem gereken milyonlarım var. Bir tek sen mi varsın sanıyorsun. Senin de yaklaşman, burnunu göstermen lazım azıcık. Gidip dükkanlarda kıyafetleri karıştıracağına, yanıma gelmiş olsan, yıllarca ayrı kalmanın soğukluğunu atmış, yine eskisi gibi olmuştuk çoktan. Dön diyorum bana. Her şeyi unutacağıma söz veriyorum. Arada yaşadıklarını, benden kaçışlarını, inan hepsini. Biliyorsun yapman gerekeni. Kapa şu telefonu. Uzak bir yerlere gidelim tekrar, hiç kimsenin göremeyeceği bir kuytuya. Yalnız bana ait ol eskiden olduğu, baban gittikten sonra olduğu gibi. Girelim odana ve çıkmayalım bir daha. Hadi direnme daha...
Uyku vakti. Ayaklarımın ucuna kıvrıldı bile kedim. Geç bile kaldım bu gece hayata gözlerimi kapatmak için.
ZİNNURE TÜRE
MAYIS 2005
-Baş başa kaldık mı yine eski dostum. Herkes gider, ben kalırım dememiş miydim sana? Hani telefonlar cebe girince biraz uzaklaşır gibi olmuştuk ama, aynı alet koşturmaları arttırıp, kısaltmadı mı anları? Zaten kısacık kalanları...
Dolunayda mı kalmıştık? Bu gece o aydınlatmış sokağı. Sokak lambalarının olmadığı yerlerde bile sanki gün ışığı. Güneşin çocuğu, geceleri peydahlanan. Bir kuzgun uçsa, azmış bir mart kedisi bağırmaya başlasa, hiç kaçarı yok serilir gözler önüne. Yanından geçtiğim bütün evler sanki bana inat, muhabbette bu gece. Sokağa açılan pencere mutfaksa eğer ; mezeler hazırlanıyor eş dostla beraber, oturma odasınınkiyse; sonuna kadar açılmış sigara dumana özgürlüğünü bahşeylemek üzere. Balkonlarda, anne babanın yeşilaycı sandığı körpeler, yanlarında da naneli şeker. Fırının önünden geçmek akıllara zarar. Bu saatte yaptıkları poğaçayı yarın sabah bize taze, yeni çıktı diye yutturmak için hazırlık yapıyorlar. Bu yalanın kokusu mis gibi geliyor burnuma.
Eve gelip mum yakma zamanları yine. Tabi ki sarı ışık olmalı. Ne demişti en hızlı terk edenlerden, fotoğrafçı sevgilim ”beyaz ışık ölü ışık” mış. Daha pahalı olduğundan bahsetmek için vakit kalmamıştı hiç. Bikaç sevişme kadar sürdü görüşmelerimiz, piyanist bi kıza gitmişti, kızın parmakları güzelmiş ...
-Gör gününü. Kimse benim gibi olamaz işte. Olmadıkların, olamadıkların kadar bile biliyorum seni. Karabasanları, taze fasulyeyi, kilisedeki kadını, helli kahveyi, peri çıkmazını. Saydıklarım sayacaklarımın teminatı...
Gündüzün karmaşası mı, güneşin her şeyi apaçık etmesi midir, bilinmez; bazı çiçekler akşam açar. Ben de biliyorum bunun bir bilimsel açıklaması olduğunu. Liseyi bitirdim çok şükür ite kaka. Ama böyle düşünmek - televizyon seyretmek gibi- daha kolay geliyor, hayatımı - en azından bir kısmını- basitleştiriyor. Neyse işte, o çiçeklerden biri olmalı yol üstünde. Bu yoldan her sabah geçiyorum o aptal gülüşlü patronumu ve etek giydiğimde artan, bir sürü müşterinin geldiği, işyerime giderken. Ama gündüz hiç kokusunu bulamadım.
-Ne şimdi bu. Baştan mı çıkarmaya çalışıyorsun beni? Senle olursam mutlu olacağım öyle mi? Bu kocaman kalabalık vapurun can yelekleriyle dolu tavanına, gün ışığının denizde yansıyan kıpırdanışını taşıyıp da bana kur yapıyorsun öyle mi?
Yağmur yağacak galiba. Hava temizlenmiş sanki ve rüzgar bir yerlerden taşıyor o kokuyu bana. Daha ne kadar uzatabilirim yolu. Hadi yap şunu artık. Anne sözünü hatırlama vakti ”bu saatte, kız başına sokaklarda ne işin var.” Hadi bu son girdiğim ara sokak olsun. Yağmur da bastıracak şimdi. Evet, yağmurda donuma kadar ıslanmayı seviyorum ama kendime iyi bakmalı ve sağlıklı bir birey olarak yaşantıma devam etmeliyim. Bu son cümle yaklaşık bir senedir gittiğim psikoloğun beni telkin etmek için kullandığı söz. Eşek gibi çalışıp kazandığım paranın büyük bir kısmını, karşısında oturup takıldığım bütün ayrıntıları kafamdan silmeye çalışan bu kadına harcıyorum ve her 100 liranın sonunda duyduğum tek şey sağlıklı bir birey olmaya çalışmam gerektiği. Beni sağlıklılaştıracak şeyin eve düz yoldan gidip, dizimi seyredip uyumak olduğunu bilmek, ama bunu bir türlü becerememek bayağı pahalıya patlıyor bana. Neyse ki yağmurda yürümüyorum artık.
Fazla gürültü yapmadan parmak ucuma basa basa çıkıyorum yukarıya. En üst katta evim. Çatının bu bölümü camdan. Apartman otomatı sönünce dolunay yardım ediyor kilit anahtar uyumunu sağlamama.
-Çift kanatlı bir kapının ikisini birden, aralamaya izin vermeden zamana, sonuna kadar aç ve doldur tüm ışığı içine. Dal içeri bodoslama, koştura koştura, ne var ne yok doldur kalbine ve arkana bile bakmadan çık dışarı. Düşün ki sarhoşsun ve uzun zamandır göremediğin sevgilinim ben. Sınır olmadan, bağıra çağıra sevişir gibi, sırtımda tırnak izleri bırakır gibi, dokunma bile tenime. İstediğin neyse al git. Böyle giderelim hasretimizi. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak, önce dokunmak ...sonra... sıkılmak için birbirimizden.
Eve girince ayaklarımın etrafında, “madem mamamı bu kadar geç vereceksin, beni niye evine aldın kardeşim, bırak da sokaklarda çöpleri karıştırayım o zaman” , diyen kedimin umutsuz mırıltıları. Kutunun dibindeki son kuru mamayla besliyorum mırıltıları, yarın sabah yenisini almak gerek.
Biraz televizyonu karıştırıyorum, biraz müzik ve kahve. Bir de bahar tabağı hazırladım kendime; yeni dünya, can eriği, yeni yeni yüzünü gösteren kiraz. Mumdan vazgeçtim bu gece, onun yerine tütsü yakıp eski kokuların hepsini bastırmaya karar verdim. Makyajımı çıkardıktan sonra aynaya bakıp çizgilerimi kontrol ettim,yenileri çıkmış mı diye. Rafın üstüne kaçamak bir bakış fırlattım sonra; acaba çalacak mı telefonum? Ve başrolü yorgunluğuma bıraktıktan iki dakika sonra odama giden koridorun karanlık ışığında yolculuğumu başlattım. Çarşaflarımı değiştirdim ağır ağır. Bunu her gece yapıyor olmaktan hoşnut değilim elbet, ama temiz kalan bir yeri olmalı değil mi hayatımın.
İçerden gelen müzik sesiyle uykuya dalma alışkanlığım, bu gece küssün bana. Koridor engelini aşıp, uyku müziği koymaya hiç halim yok. Varsın hayallerimin sesleri uyutmasın beni. Dolaşsınlar karanlıkta, sayıklamalarımı dinleyip, kendilerince anlamlar çıkarsınlar. Belki sabaha karşı uyanır, martı çığlıklarını dinler, sabah tazeliğini içime çeker, kirlenmemiş havanın şaşkınlığını yaşayıp, öksürürüm biraz. Ama bahar alerjisinden yaşlanmaz gözlerim bu sefer. Beni çağıran sesin kulaklarımda patlayan sessizliğinin gürültüsüyle, sağır olurum da göremem inşallah bir daha.
-Git o zaman. Bir şey ya vardır, ya yoktur. Ben mi, o mu, bu mu, şu mu. Bu kadar karıştırma her şeyi birbirine. Elmayla armutun toplanmayacağını söylemediler mi sana ilk okulda? Benim de ilgilenmem gereken milyonlarım var. Bir tek sen mi varsın sanıyorsun. Senin de yaklaşman, burnunu göstermen lazım azıcık. Gidip dükkanlarda kıyafetleri karıştıracağına, yanıma gelmiş olsan, yıllarca ayrı kalmanın soğukluğunu atmış, yine eskisi gibi olmuştuk çoktan. Dön diyorum bana. Her şeyi unutacağıma söz veriyorum. Arada yaşadıklarını, benden kaçışlarını, inan hepsini. Biliyorsun yapman gerekeni. Kapa şu telefonu. Uzak bir yerlere gidelim tekrar, hiç kimsenin göremeyeceği bir kuytuya. Yalnız bana ait ol eskiden olduğu, baban gittikten sonra olduğu gibi. Girelim odana ve çıkmayalım bir daha. Hadi direnme daha...
Uyku vakti. Ayaklarımın ucuna kıvrıldı bile kedim. Geç bile kaldım bu gece hayata gözlerimi kapatmak için.
ZİNNURE TÜRE
MAYIS 2005
Kasımdayız
Pencere hala açık
Kapatmaya korkuyorum
Sanki kapatırsam pencereyi
bahar küsecek
Asıl kış, o zaman gelecek
Yok, kapatmıyorum pencereyi
Kasım girsin içeri
Yazın tortularını getirsin azar azar
Geride ne kaldıysa
bıraksın odama
Kimbilir kavga etmesini
çürükleri yarıkları
Her dokununuşunda sevi sanırsın
ama oyuk oyuk yara vardır içinde
acıtır, yakar
İzi kalmış
örtülü kalmış devşirmeler
acıtır
Yinelemenin manasız çıkışları
Aza kim kanaat getirir
Kim daha az acıtır
Yer hep aynı
Yeri belli, ” oraya lütfen” orayı acıtın
yer kalmadı başka
Kasım üşümesini seviyorum
Vapura hainlik etmemeyi
Soğukta dışarda oturmayı
Üşümeyi seviyorum
aklımı başıma getiriyor üşüme
Arada bir ürperiyor vücudum
gündüz düşlerimden uyanıyorum
Ayık kalıyorum
İlkbahardan kalmış
Üstüme yapışmış tortuları dölleme vakti gelmiş
Çekiştiriyorlar beni
Hangi düşü koysam önüme
Karşıma çıkıveriyorlar
Kalana
Kaçana
Nispet
Hadi diyorlar bana
Sokağa çıkalım
Boy boy çocuk yapalım
Pencere hala açık
Kapatmaya korkuyorum
Sanki kapatırsam pencereyi
bahar küsecek
Asıl kış, o zaman gelecek
Yok, kapatmıyorum pencereyi
Kasım girsin içeri
Yazın tortularını getirsin azar azar
Geride ne kaldıysa
bıraksın odama
Kimbilir kavga etmesini
çürükleri yarıkları
Her dokununuşunda sevi sanırsın
ama oyuk oyuk yara vardır içinde
acıtır, yakar
İzi kalmış
örtülü kalmış devşirmeler
acıtır
Yinelemenin manasız çıkışları
Aza kim kanaat getirir
Kim daha az acıtır
Yer hep aynı
Yeri belli, ” oraya lütfen” orayı acıtın
yer kalmadı başka
Kasım üşümesini seviyorum
Vapura hainlik etmemeyi
Soğukta dışarda oturmayı
Üşümeyi seviyorum
aklımı başıma getiriyor üşüme
Arada bir ürperiyor vücudum
gündüz düşlerimden uyanıyorum
Ayık kalıyorum
İlkbahardan kalmış
Üstüme yapışmış tortuları dölleme vakti gelmiş
Çekiştiriyorlar beni
Hangi düşü koysam önüme
Karşıma çıkıveriyorlar
Kalana
Kaçana
Nispet
Hadi diyorlar bana
Sokağa çıkalım
Boy boy çocuk yapalım
Subscribe to:
Posts (Atom)